Afganistan: Kişisel Bir Tarih

Victory_day_at_Kandahar_1880_bearbeitet.jpg

Çeviren: Aslı Altınışık

 

Çok uzun bir geçmiş ve geleneklerden bahsetmeden Afganistan’ın yakın tarihinden bahsetmek zor. Mücahitlerin çocukları olarak, atalarımızın Büyük İskender’i ve İngiliz Sömürgeci Krallığı’nı yenme hikayelerini dinleyerek büyüdük. Afganistan’da yaklaşık kırk yıl önce başlayan ve günümüze kadar süregelen savaşları sırasında büyüyen nesillerle konuştuğumda, o zamanlardan büyük bir heyecanla bahsediyorlar. Ailelerimiz çok derin ıstıraplar çektiler ve onlarca amca ve akrabamızı Sovyet emperyalizmine karşı savaşta yitirdik, ama bunların hiçbiri diğer olaylardan bağımsız meydana gelmedi.

Biz Afgan’ız – tarihimizin başından beri sömürgecileri öldürüyoruz. Bununla da yetinmiyor, onların krallıklarını da alaşağı ediyoruz. Ailemize ait en eski fotoğrafı babam buldu bir gün; ikinci İngiliz-Afgan Savaşı’na dair araştırma yaparken ona bir fotoğraf karesinden bakan atalarıyla göz göze gelmiş. Ecdadının evvelden beri sömürgeciliğe karşı mücadele vermesi ile övünen bir adam için gurur dolu bir an.

Afganistan’ın tarihine dair söylenecek çok şey var ama bence başlamamız gereken nokta, günümüzde yapılmakta olan korkunç tarih revizyonları. Bu değişiklikler Afganistan sınırları içinde olduğu kadar dışında da yapılıyor; çoğunluğu Kabil’deki elitist ve mezhepçiler tarafından olmakla birlikte, bir kısmından da tarihin kendi versiyonunu değişiklikler ve genellikle bariz yalanlar ile kanıtlamaya hevesli Batılı gazeteciler sorumlu.

Rania Khalek gibi gazeteciler ve Kabil’deki pek çok elit kişi 1980’leri tamamıyla göz ardı ederken aynı zamanda şehitlerimize iftira atıyor ve günümüzdeki şiddetin temelinde yatan sebebi revize ediyorlar. Beni en çok rahatsız eden ise, Mücahitlerin günümüzde büsbütün yok sayılması. Ben bu insanlar arasında büyüdüm. Onlar benim akrabalarım ve amcalarımdı. Babam da işin içindeydi fakat direniş hareketinin politik kısmında.

Genelde bunlar hakkında pek konuşmuyorum çünkü bu geçmiş, Afgan nüfusunun ortak paydası. Kimse bu işin içinden zarar görmeden çıkmadı, ama İslam karşıtı ve revizyonist gazetecilerin ağızlarından çıkan ve Kabil’den gelen yanlış bilgiler o kadar arttı ki, tarih revizyonları hakkında konuşmak gerekli hale geldi.

Sözde ve kendi tanımlarıyla komünistler, Afganistan’da günümüzdeki şiddetin mutlak suçlusu.

Sovyet destekli komünist fraksiyonlar Khalk ve Parçam, 1978’de adına Saur Devrimi dedikleri bir darbe gerçekleştirdiler ve Davud Khan’ı öldürüp ailesini katlettiler. Başa geçtikten sonra da, muhalif olduklarından şüphelendikleri neredeyse herkesi hızlıca öldürdüler. Sıklıkla camiye gidiyor olmak bunun için yeterli bir sebepti. Aynı zamanda birbirlerini de öldürüyorlardı.

O sıralarda, bazı amcalarım direnişlerine çoktan başlamıştı bile. Kabil Üniversitesi öğrenci birliği yönetimini ele geçirmek için Müslüman ve İslamcı aktivistler, çeşitli komünist gruplara karşı sürekli rekabete giriyor ve savaşıyorlardı. Komünistler, politik fikirli Müslüman öğrencilere ulaşmakta erken davranmış ve bu sayede üniversite öğrenci birliğinin yönetimini ele geçirmeyi başarmışlardı. Ancak İslamcı gruplar üniversitede örgütlenmeye başladılar ve hızla büyüdüler, daha sonra da öğrenci birliğini komünistlerin elinden aldılar.

Bugün de pek çoğunun yaptığı gibi, komünistler o zaman da Müslümanları ve İslamcıları “gerici,” “yabancı ajan” ve “Müslüman Karderşler’in ajanları” gibi sıfatlarla tanımlıyorlardı. Müslüman gruplar da komünistlere “Kafir” diyor ve sürekli birbirleriyle savaşıyorlardı. O zamanki politik fraksiyonların kuvvet üssü, temelde buydu. Kabil Üniversitesi’nde olanlar, ülkede olacaklara dair gayet doğru bir yansımaydı aslında.

Komünistlerin tatbik ettiği toplu ve şiddete dayalı baskı ile yargısız infazlar, Afganistan’daki İslamcı grupları militanlığa itti. Ama Mücahitlerin bir yeraltı direniş hareketinden, popüler direniş hareketine evrilmesi, 1978’de başlayan nedensiz cinayetlere kadar gerçekleşmedi.

Komünistler Davut Khan’ı öldürdüğünde babam Afganistan’da değildi, haberler ona yurtdışına gittiği bir seyahatten dönerken ulaştı. Devlet içindeki komünist fraksiyonların yönetimi ele geçirdiği takdirde, silahlanmaya başlayan kuzenlerine katılacağına çoktan karar vermişti.

İran’daydı, ama ülkeye dönmek için İran-Afganistan sınırından geçmeye çalışmayacak kadar aklı başındaydı. O sıralarda herhangi bir Afgan güvenlik gücüne güvenmesine imkân yoktu. Bu arada hatırlatayım, babam o sırada aynı zamanda hava kuvvetlerindeydi – sanırım askerliğe ilk çağrıldıktan sonra orada kalmıştı. Moskova’ya gittikten sonra Tacikistan’a uçtu, oradan da Afganistan’a giriş yaptı ve Mazar-ı Şerif’ten geçerek Kabil’e vasıl oldu.

Göreve dönmeden önce bir süre ara verdi, ama hasta olduğunu belirten sahte belgeler hazırlamaya çoktan başlamıştı bile – ki kaldığı takdirde onu bekleyen ölümden imtina edebilsin. Pek çok arkadaşı ve tanıdığı tutuklanıyor ve ortadan kayboluyordu. Babam köşeye sıkıştırılmadan önce görevinden ayrılmayı başardı.

Babam ve küçük kardeşi Sami, anti-Sovyet faaliyetlerine basit propaganda broşürleri hazırlayarak başladılar. Gece geç saatlere kadar çalışıp bildiriler yazıyorlardı. Temelde, elle baskı yapan yeraltı bir basım evi haline gelmişlerdi. Bildirileri gece evlerin kapılarına ya da en basitinden parklara bırakırlardı ve işin gerisini rüzgar hallederdi – buna “gece mektupları” adını vermişlerdi. Komünistlere karşı gittikçe büyüyen direnme hareketine katılmaları için insanları teşvik eden bu mesaj yayma operasyonlarından biri sırasında, babam bildirileri rüzgarın dağıtması için parkta bir ağacın altına bırakmıştı. Aralarında kendi adının yazılı olduğu resmi bir belgeyi de bildirilerin arasında unutmuştu, ama şansına, işlerin farkına varıp parka geri döndüğünde kağıtları aynı yerde buldu.

Amcalarımdan birini ve Mevlevi Muhammet Yunus Halis’i evinde barındırdığını birinin ihbar etmesi üzerine amcam Sami, köyümüzde tutuklandı. (Not: Halis, Gülbuddin Hikmetyar ile birlikte Hizb-i İslami adlı partiyi yönetiyordu, sonra ayrıldılar. Amcam tutklandığında her ikisi de kendi partisini yönetiyordu.)

Babamın ağabeyi Yakup, avukatlardan oluşan antikomünist bir grup kurmuştu. Eninde sonunda çökecek olan komünist rejimin yarattığı belirsiz boşlukta bu grubun aktif bir rol oynamasını umuyordu. Ofisinde tutuklandı. Anlaşılan, bir ara babamın da uyardığı üzere, grubuna dışarıdan birileri sızmıştı.

Babam iki kardeşini de bir daha görmedi. Birtakım şüphelerimiz vardı ama 2013’te “Afganistan Ölüm Listesi” yayınlanana kadar yargısız infaz edildiklerine dair kesin bir kanıtımız da yoktu.

Nangarhar Köyü’ndeki evimize ajanlar gelmeye başlayınca, babam neredeyse günaşırı Kabil, Celalabad ve güvenebileceği tanıdıkları olan her yere bisikletiyle gitmeye başladı. Başka bir çaresi kalmayınca annem ve büyük ablalarımı (en büyüğü o sırada 5 veya 6 yaşındaydı, biri de bebekti) ülke dışına çıkarttı. Sanırım birkaç halam da onlarlaydı. Dağlardan geçerek, askeri kontrol noktalarını ve tankları atlatarak Nangarhar’dan Pakistan’a yürüdüler.

Tam olarak kimlerle bilmiyorum, ama erkek kardeşimi güvendiği birileriyle bıraktı ve onlar da kardeşimin yüzüne çamur sürüp onu bölgede çalışan fakir çocuklardan biri gibi göstererek Torkam sınırından geçirdiler. Kavun mevsiminde de babam Kabil’e döndü ve Torkam’dan Pakistan’a geçmesini sağlayacak olan kendini bir meyve tüccarı olarak gösteren sahte belgeler hazırladı. O da kendini dışarı atabilecekti.

Babam Peşaver’e gelir gelmez, kendinden on yaş küçük olan kuzeniyle çalışmaya başladı. Kuzeni o sırada Halis fraksiyonunda liderliğe yükselmişti. Babam silahlı mücadeleye katılmayı düşünüyordu ama genç kuzeni onu Mücahitlerin politik kanadına uygun görmüştü – kendi dediğine göre, babam bu pozisyonu direnmeden kabul etti. Bir karısı ve dört küçük çocuğu vardı, ve yıllardır mücadele eden kuzenlerinin yaşadıkları şartlara alışık değildi.

1980-81 yıllarından itibaren Almanlar, Sovyetler’e karşı (en azından ülkenin batısında etkili olan) propaganda oyunları oynamaya başladılar ve aynı zamanda ilk Afgan göçmen dalgasına kapılarını açtılar. Nasıl yaptı bilmiyorum ama babam bir şekilde tüm aileyi tek bir fotoğrafa sığdırarak absürt bir pasaport yaptı ve Pakistan’dan Almanya’ya gitti. Orada Mücahitleri desteklemek için örgütlenmiş diğer Afgan göçmenlere katıldı, katıldıktan kısa bir süre sonra da derneğin Avrupa’dan sorumlu başkanı seçildi. Almanlar ona ülkede kalabilmesi için resmi bir belge vermediklerinden babamın çalışma izni yoktu. Bunun üstüne bir de Almanların ırkçılığı eklenince babam başka seçenekler aramaya başladı.

İşte bu sıralarda ben dünyaya geldim, yani 1981 sonunda.

1982’de ABD iltica talebimizi kabul etti. Afgan mücadelesi ve Amerikan desteğini göz önünde bulundurunca, babam Amerika’nın daha iyi bir seçenek olacağını düşündü, ve hatta oraya ulaştığımızda bir barınma ve acil durum yardımı alacağımız kanısına kapılmıştı. Tamamen yanlış bir izlenim imiş – bir ay boyunca San Francisco Havaalanı’nda yaşadık ve akabinde de kokain epidemisi sırasında San Francisco’daki yoksul mahallelerden birine yerleştik.

Tüm bunlara rağmen babam Mücahitler için çalışmaya devam etti ve Amerika’daki Afganların Mücahitlere yardım hareketinin başına geçti. Ben, kardeşlerim ve annem yerleştikten sonra Afganistan ve Pakistan’a sıkça gidip geldi.

Aklımda kalan en güzel anlardan biri, hepimizin okulu ekip son işgalci Sovyet güçlerinin Afganistan’dan çekildiğini kutladığımız 1989 Şubatıydı. Biz okula gitmeye hazırlanırken babama bir telefon geldiğini hatırlıyorum – yüzü coşkuyla aydınlanmıştı, ve bana okula gitmem gerekmediğini söylediğinde benimki de – o zaman sekiz yaşındaydım, dolayısıyla çok kötü şeylerin yaşandığının ve ABD’de ait olmadığımızın haricinde, savaşın ailemiz üzerindeki etkilerine dair pek bir fikrim yoktu.

Çatışmalar boyunca (1979-1989) toplamda yaklaşık iki milyon sivil öldü.

Sovyetler Birliği 1991’de çöktü.

Bu dönemde insanlar kısa süreli bir umut yaşadı, ama herkes nihayetinde Mücahitlerin Kabil’e girip komünist rejimin sonunu getireceğini biliyordu. Nitekim bu durum 1992’de vuku buldu.

Biz Rusları küçük düşürücü bir şekilde yenip ülkeden kovduktan sonra Rusya’ya yollanan ilk diplomatik görevde babam Afganistan’ın büyükelçi vekiliydi. O sırada elçilik hala komünistlerle doluydu. Moskova’daki diplomatik apartmanımıza ilk taşındığımızda evde hala içkiler vardı. Babam hem elçilikteki hem de evdeki tüm içkileri attı.

1990’lardaki iç savaşının başlamasıyla içimizdeki tüm umut ışığı söndü. Prensip sahibi Mücahitler silahlarını bırakırken diğerleri ülkeyi kırıp geçirdi. Bu tahribatta herkesin suçu var – Dostum, Hikmetyar, Massud, Rabbani, Sayyaf, Mazari, veya korkunç iç savaşa katılıp Kabil’i yerle bir eden ve Mücahitler ile on binlerce şehidin adını lekeleyen herkesin.

Fakat Mücahitlerin tümü bu şekilde değildi, ve tarih revizyonları çoğunlukla bu noktada yapılıyor. Bazısı çok önemli komutanlar olmak üzere pek çok Mücahit iç savaşa katılmadı.

Aralarından en önemlisi gerilla komutanı Abdül Hak, babamın birinci dereceden kuzeni. Direnişe 15-16 yaşlarında başladı ve gerilla muharebesindeki becerileri kısa süre içinde dillere düştü. Toplantılar için ne zaman ABD’ye yolu düşse bizi ziyaret ederdi. 1994’te Peşaver’e ilk taşındığımızda kendi işlerimizi yoluna oturtana kadar onunla yaşadık. Ekim 2001’de, o zamanlar kapıda bekleyen Amerikan Savaşı’nı engellemeye çalışırken öldürüldü. Eski iritabatları arasından onunla birlikte 80’lerde savaşmış olanları, ve kendi düşüncelerine yakın Taliban liderlerini ikna edip, ABD işgal etmeden Afganistan’daki düzeni değiştirmeye çalışıyordu. Öldüğünde sadece 43 yaşındaydı.

Uluslararası okul ücretleri çok yüksek olduğu ve biz de devlet okullarına alışmakta zorluk çektiğimiz için Rusya’da yaşarken neredeyse bir yıl okula gidemedik. Bunun üzerine annem beni ve kardeşlerimi alıp ABD’ye geri döndü ve babam Rusya’da kaldı.

Sonradan öğrendim ki babamın Rusya’daki işi kabul etmesinin temel sebebi kardeşleri imiş. Meğer babam, bir ihtimal sorgulama için Rusya’ya getirildilerse diye, Moskova’dayken gidebildiği tüm hapishaneleri ziyaret ediyor ve kardeşlerine ne olduğunu öğrenmeye çalışıyormuş.

Fakat sanırım aile özlemine bir yerden sonra karşı koyamadı ve Birleşmiş Milletler’de Afganistan temsilciliği pozisyonunu kabul etti. 1993’te New York’taydık.

1994’te Afganistan’daki iç savaşı protesto etmek için babam görevinden istifa etti ve Peşaver’e gitmek üzere Amerika’dan ayrıldık.

Günümüzde, komünizm altında geçen yılların akıllardaki imajını değiştirmek için Kabil’den yayılan sıkı bir çaba hareketi var. Eğer bu kişiler Afganistan’ın geleceği hakkında ciddi olsalardı, toprak reformu, ücretsiz konut, eğitim ve sağlık sistemi üzerine ulusal çapta bir söylemleri olurdu – komünist bir toplumun doğal olarak evrilmesi beklendiği üzere. Ama günümüzün bu sözde komünistleri kültürel liberalizmden bahsediyorlar, sistemsel değişimlerden değil.

Afganistan baştan sona yeniden yapılandırılıyor ve sadece altyapısal anlamda değil. Yüzbinlerce Afgan ülkeye geri döner ve bir o kadarı da ülke dışına çıkarken yeni bir ulusal anlatı ve kimlik inşa ediliyor. Afganistan’ın temellerinin pekiştirildiği şu dönemde hedefi hakiki bir milli uzlaşma olan Afganlar için, komünist rejimin vahşiliği ve baskıcılığı için özür dileyenlerin iddialarını sorgulamaları ve aynı zamanda da şehitlerimizin eksik yönlerini kabul etmeleri elzem.

Nüfusun yarıdan fazlasının 25 yaşın altında olduğu bir ülkede, Afganlar olarak bir karar vermek zorundayız: gelecek nesillere bıraktığımız ülkenin temelleri tarihi gerçeklere mi dayanacak, yoksa bu nesiller de cehalet ve yalanlar yüzünden hizipçiliğe teslim mi olacak.

 
Mohammed Harun Arsalai