Sembollerimizdeki Sorun: Türkiye'de Kültür Savaşlarının Zemini
1930’lu yıllarda Surp Agop mezarlığı devlet tarafından gasp edildi. Sökülen mezar taşlarından TRT radyo evi ve Gezi parkının merdivenleri inşaa edildi. Bu şiddet eylemi nasıl hafızalarımızdan silindi? Günümüz siyasetinde sembolik mağduriyetler neden gerçek şiddeti ve haksızlığı gölgede bırakıyor?
"Şarkiyatçılık", “Batı medyası" ve "Küreselleşme" gibi kavramları kullanırken iyice tedirginleşmeye başladım. Bu tür kelimeler kendi gaddarlıklarını küresel kuzeyin sömürgeciliğinin arkasına gizlemeye çalışarak, “emperyalizme karşı” mücadele ettiğini savunan rejimlerin dillerinde bayatlamış sembollere dönüsştüler. Türkiye'de birinci dünyaya karşı kitlesel bir mağduriyet savı epeydir sıradanlaşmış bir durum. Bu iddianın tehlikesi, tarih boyunca Türk devletinin azınlık gruplara karşı işlediği şiddeti örtbas etmek için de sık sık kullanılmış olması. Bu sorunlu gerçeklik algısı son zamanlarda tanık olduğumuz ipe sapa gelmez, gülünç sembolik eylemleri de beraberinde getiriyor.
Geçen sene Hollandayla yaşanan diplomatik kriz sırasında hevesli iktidar kadroları, hınçlarını portakal bıçaklayarak almışlardı. Bu sene ise genç vatanseverlerin arasında yeni moda, ABD'nin ticari yaptırımlarına karşı iphone’larını parçalamak oldu. Bu değişiklik, bir sene içerisinde ekonomimizin ne kadar geliştiğinin, “kriz-mriz” olmadığının en iyi göstergesi olsa gerek. Bu ateşli fakat nihayetinde etkisiz öfke patlamaları, benim aklıma Amerikalı radyo sunucusu Alex Jones’un gömleğini yırtarak eşcinsel kurbağalar gibi konular hakkında bağırıp çağırıp, küplere binişini getiriyor. Arka plan değişse de sembolik baskılara karşı köpüren sembolik öfkeler kamusal hayal gücünde gerçek şiddetten daha fazla yer işgal ediyor. Neden?
Alex Jones ve AKP kurmaylarının fanatikliği, rakiplerinin kendilerini küçük görmesinden besleniyor. Erdoğan'a Sultan demek veya Trump'ın Cheeto ile olan benzerliğini her fırsatta dile getirmek, aynı etkisiz öfkenin küresel liberal soldaki dışavurumu. ABD merkezli sivil toplum örgütü Freedom House'un bu seneki raporunda Türkiye'nin "özgürlük durumunu", kısmen özgürden, özgür değile değiştirmesi, bunun iyi bir örneği. Oysa 2011 de Türkiye'nin puanı aynı yıl yaşanan Roboski katliamı sırasında bile ne kadar da yüksekti. O zaman bu zaman Türkiye'nin özgürlük durumu sınıflandırması neredeyse oynamadı. 2015 Haziran seçimleri sonrasında güneydoğuda sivillere karşı büyük bir şiddet kampanyası yürütülürken bile Türkiye "kısmen özgür" pozisyonunu korudu. Ne zaman ki Türkiye'nin ABD ile arası bozuldu o zaman "özgür değil" sınıflandırması uygun görüldü. Freedom House gibi kurumların sorunu, kıstaslarını oluştururken insan haklarını değil ABD ile olan ilişkileri esas almaları. Bu durum, aynı endekste İsrailin "özgür" bir ülke olarak sınıflandırılmasını da açıklıyor. Bu iki yüzlülük yüzünden "özgürlük" gibi temel kavramlar, çok bilmiş batılı kurumların himayesinde bulunan ve diğer herkesin ancak koşullara uyarak, ödünç kullanabileceği kelimelere dönüyor.
Dünyanın ikiye bölünmekte olduğunu duymaya artık epey alıştık. Coğrafi veya ideolojik konumunuza göre bu ayrımı popülist/demokrat, dindar/seküler, sol/sağ veya muhafazakar/liberal diye tanıyor olabiliriz. Fakat bu kuramsal çerçevelerin tümü kulağa boş ve anlamsız geliyor. Bunun tek sebebi bu kavramların içlerinin propaganda için boşaltılmış olmaları değil. Bu semboller ve onları temsil eden karakterler o kadar hızlı değişiyorlar ki tutarlılıkla takip etmek olanaksız hale geliyor. İçinde bulunduğumuz karışıklık, Facebook'un kurulmasıyla aniden oluşmuş bir durum değil.
Batı düşüncesinin, dünyayı iyi ve kötü arasında ezeli bir mücadele olarak yorumlama saplantısı, Aziz Agustine'nin ilahiyatından, soğuk savaş ideolojisine kadar uzanan bir külliyat. Bu ikilem dışında kalan tüm deneyimler ise muhtelif kurumlar tarafından yakalanıp hazmedilebilir bir hale gelene kadar öğütülmeye mahkumlar.
Sembollerin Gücü Adına
2010 yılında Tayvan'da yaşayan Batılı, beyaz "expatler" arasındaki cinsiyetçi ve ırkçı stereotipleri inceleyen bir araştırma yapıyordum. Neredeyse tamamı Avrupalılardan oluşan bir tartışma grubunun haftalık toplantısına konuşma yapmak için davet edilmiştim. Konuşmanın önemli bir kısmı Tayvan’da yaşayan batılıların, yerlilerin cinsel rollerini basit sembollere indirgeyerek okumaları üzerineydi. Tayvanlı erkeklerin sevgililerinin çantalarını taşıdıklarını gören batılılar bu durumun en tipik örneği. Kendi erkeklik ve kadınlık anlayışını "normallik" olarak görmeye bu kadar alışkın olan bir zihniyet, kendi normalliğinden sapma gördüğünde çok basit bir denklem uyguluyor. El çantası 'evrensel' olarak kadınlara ait bir imge değil mi? E, kadınlık ta erkekliğin tam tersi. Öyleyse el çantası taşıyan bir erkek gördüğümüzde toplam erkekliğinden belli bir sayıda puan düşeriz. Böylece, toplumsal cinsellik kurallarına uyumu, tıpkı özgürlüğü puanladığımız gibi puanlayabiliriz.
Bu, semboller tarafından köreltilmiş bir bakış açısı. Duruma göre, sevgilisinin çantasını taşıyan bir erkek bunu ataerkil bir kontrol aracı olarak da yapıyor olabilir. Konuşmamda, bu şekilde ırksal bir kadınlık atfetmenin hem homofobik hem de ırkçı olduğunu iddia ettim. Suçlamam odanın etrafında homurdanma dalgaları yarattı. Konuşmam bitince, Alman bir adam bana Türkiye’de kadınların kapanması hakkında ne düşündüğümü sordu.
Tayvanlı erkekler el çantaları tarafından iğdiş mi ediliyor? Türk kadınlar başörtüsü tarafından eziliyorlar mı? Semboller üzerine bu tuhaf saplantı, ufak cemaatlerle kısıtlı bir cehalet ürünü değil. Aksine, bu fikirler prestijli kurumların oluşturduğu kavramların üzerine kurulular. Mesela, solun saygın düşünürü Adorno'yu ele alalım. Adorno, caz müziğe karşı Nazilerin tuhaf fantazilerini andıran ırksal bir hınç doluydu:
Caz'ın amacı gerici bir anın mekanik tekrar üretimidir, bir hadımlık sembolü. 'Erkekliğini bırak, kendini hadımlığa teslim et,' cazın iğdişvari sesi aynı anda hem dalga geçiyor hem de idda ediyor 'iktidarsızlığın gizemini seninle paylaşacak bir kardeşliğe kabul edilerek ödüllendirileceksin, bu gizem kabul törenin esnasında ortaya çıkacak.
Adorno'nun bu anlamsız hezeyanları, 60 larda Avrupa ve ABD yi kasıp kavuran bir entelektüel modanın parçasıydı. Bu dönemin önde gelen düşünürleri, Marx ve Freud u karıştırarak pek yavan bir kokteyl üretmeyi marifet bildiler. Dünyanın geri kalanı sömürgecilik vahşetinin ardından belini doğrultmaya çalışıp, soğuk savaşın taşeron darbeleri arasında hayatta kalma mücadelesi verirken; Batı felsefesinin kaymak tabakası, iki ölmüş beyaz adamın fikirlerini karıştırıp buna 'devrim' diyerek kendinden geçiyordu.
Bu düşünürlerin fikirlerine derinlemesine girmek, evrenin sırrını çözdüğünü iddia eden uçuk tarikatların metinlerini okumaya benziyor (Bkz. Wilhelm Reich’ın Orgon hakkındaki yazıları). Bu nesil Marksistler, popüler kültürü devrimci aydınlanmadan bir sapma olarak gördükleri için öfkeliydiler. Tüketim kültürünü, adına 'hegemonya' koydukları bir sınıfsal egemenlik modeli olarak yorumluyorlardı. Hegemonya, kitle iletişim araçları tarafından mümkün kılınan bir sistem. Eski baskı rejimlerinin aksine, hegemonya, kitlelerin şiddet kullanarak değil, gönüllü olarak itaat ettikleri, dolaylı tahakküme dayalı bir egemenlik modeli. Bu tüketim karşıtı, anti-kapitalist ideolojinin ürettiği semboller de bugün oldukça tanıdık: koşu bandında koşturan takım elbiseli fareler, cep telefonlu zombiler, Fight Club ın her sahnesi, Pink Floyd'un bütün eserleri vs vs...
İleri kapitalizmin insan ruhuna verdiği zarar hakkında elbette söylenecek pek çok söz var. Fakat bunun sembolik bir zulüm olduğunu unutmamak gerekir. Sömürgeci toplumlarının, iştahlarını doyurmak için uyguladıkları vahşet, ve bu vahşeti uygulamış olmanın sonucu olarak yaşadıkları travma, ne niceliksel ne de niteliksel olarak karşılaştırılabilir. Hegemonya üzerine olan bu saplantı, tıpkı Hollywood'un Vietnam filmlerine benziyor. Bu filmlerin her biri, Amerikan askerlerinin travmalarını konu alıp, şiddetin gerçek mağdurlarını arka plana itiyorlar.
Hegemonya kavramının ardında komplo teorilerine benzer bir mantık yatıyor. Zizek'in eserlerinin tümü, aynı fikri sürekli tekrarlamak üzerine kurulu: “Tahakkümün en tehlikelisi gizli olandır. Kendimizi en özgür hissettiğimiz zaman en çok ezildiğimiz zamandır.” Bu düşünce biçimi günümüzde alt-right denen yeni nesil sağ düşüncenin kalbinde yatıyor. Avrupa ve Amerika’daki yeni sağ hareketlere göre; çok-kültürlülük ve feminizm gibi liberal kavramlar, beyaz erkekleri yok etmek için tasarlanan hain bir pusunun alametleridir. 4-chan ve Reddit gibi internet forumlarının karanlık derinliklerinde, kendi cinsel tatminsizliklerinin, sistematik ırkçılık ve kadın düşmanlığından daha büyük bir adaletsizlik olduğuna inanan beyaz erkekler cirit atıyor. 'Erkek hakları' hareketi diye gerçek bir hareket var, ve en büyük siyasi sembolleri, Matrix filminden hatırlayacağınız 'kırmızı hap'. Sözüm ona, filmdeki gibi bu kırmızı hapı yutanlar feminizmin aslında dünyayı ele geçirdiği gerçeğine uyanıyorlar. Bu insanlar, samimi olarak feminizmim zafer kazandığına ve kendi hegemonyasını kurduğu bir dünyada ezildiklerine inanıyorlar. Görüyoruz ki, hegemonya kavramı hem sağ hem de sol için, gerçek şiddeti gömüp, sembolik şiddetten dert yanmayı meşru kılan bir vasıta.
Görünmez tahakküm ve sembolik mağduriyet, Türkiyede de önemli bir yer tutuyor. Laik sol ve dindar sağ, siyasi ve sosyal hayatın merkezindeler. İki tarafın da yer yer birbirlerini mağdur ettikleri doğru. Fakat kendi mağduriyetlerine odaklanırken, etraflarındakilere verdikleri zarar, tıpkı batılı sömürgeci devletlerin uyguladığı vahşet gibi gözden kaçıyor. Ne mutlu ki, nihayet biz de, tıpkı muasır medeniyetlerin geliştirdiği gibi; sorumluluk inkar etme, kendimizi kendi şiddetimizin mağduru zannetme mekanizmaları geliştirdik. Ne mutlu ki, kendi imkanlarımızla, kendi topraklarımızda; Adorno’yu, Zizek’i aratmayacak bir sembolik şiddet saplantısı yarattık. Bu bağlamda, Gezi eylemleri muasır medeniyetler seviyesine atlayışımızın miladı niteliğindedir.
Üç Beş Ağaç Meselesi
1930 larda İstanbul'un şekli oldukça farklıydı. Gezi Parkından Harbiye’ye kadar uzanan geniş bir arazide Ermeni mezarlığı bulunuyordu. Parkın ve meydanın yerinde ise, III. Selimin 1806 yılında yaptırdığı son derece ihtişamlı topçu kışlası vardı. Bu alanın siyasi sembollerle özdeşmesi 1909, 31 Mart isyanına kadar gidiyor. Bu dönem, II. Abdülhamid ve İttihat Terakki Fırkası arasındaki çekişmelerle iktidarın sürekli el değiştirdiği bir dönem. Taksim kışlası ise, Sultanı destekleyen birliklere ev sahipliği yaptığı için, çatışmaların odak noktası oldu. Ermeni mezarlığı da zaman içerisinde büyük anlam değişikliklerine uğradı. Arazi 1560 yılında, Kanuni Sultan Süleymanın aşçısı Manuk Karaseferyan’ın talebi üzerine, İstanbul’daki Ermeni cemaatine tahsis edilmişti. Karaseferyan, padişaha yönelik bir suikast girişimine katılmayı reddederek, padişahın hayatını kurtarmıştı. Ne Yazık ki, Osmanlının Ermenilerle ilişkisi bu olumluğu sürdüremedi. 19. yüzyıl boyunca artan gerilimler 1915 yılında soykırıma kadar tırmandı.
Cumhuriyet kurulduğunda, kışla ve mezarlık yok edilmesi gereken eski rejimin sembolleri olarak kaldılar, ve bu yüzden yıkılmaları icap etti. Genç Cumhuriyetin sembollerle ilgili bir takıntısı olduğu zaten aşikar. Koskoca meclisin, oturup “şapka yasası” diye bir yasa geçirmiş olması bunun apaçık bir göstergesi. Aynı dönem, daha "modern" olduğu gerekçesiyle alfabenin değiştirilip, gelecek nesillerin kendi tarihlerini okurken aracılara muhtaç bırakıldıkları bir dönem. Ezanın Türkçe okunması o kadar gökten inme ve anlaşılmaz ki, 1950de seçimle gelen ilk hükümetin yaptığı ilk iş bu uygulamayı kaldırmak. Bu şekilsel emrivakiler arasında en ilgincini, ABD dışişleri tarafından 1931 yılında hazırlanmış olan Türkiye’de spor faaliyetleriyle ilgili bir raporda okudum. Rapor, Atatürk’ün kişisel muhafız alayı için bir tenis kortu inşa ettirdiğini ve bu kortta askerlere düzenli olarak tenis oynama emri verdiğini iddia ediyor. Bütün bunlar, zoraki sembolik değişikliklerle bir milletin terbiye edilebileceğine dair samimi bir inancın varlığına işaret ediyor.
Uyanık Fransız kent planlamacısı Henri Prost, 1936 yılında İstanbul’a geldiğinde bu değişim rüzgarıyla yelkenlerini şişirip, bir çırpıda Ermeni mezarlığını ve Taksim kışlasını yıkmayı teklif ediyor. Bunlar yerine İstanbul için dev bir park ve yeni "modern" bir vizyon öneriyor. İnşaata ikinci dünya savaşının ortasında, Türk ekonomisi büyük bir yük altındayken başlanıyor. Ermeni mezarlığındaki mezar taşları yerlerinden sökülüp Gezi parkının merdivenleri ve TRT radyo binasının inşasında kullanılıyor. İstanbulun modern yüzünün baş tacı, yalnızca ezilen azınlıkların mezarlarının üzerine değil, bizzat bu mezarların taşları kullanılarak yapılıyor.
Bu sırada kışla, askeri kullanımdan çoktan çıkmış. Bir süre sirk gösterilerinin yapıldığı ilginç bir kamusal alan olarak kullanılıyor. Hatta Marmara Denizi’nde yakalanmış bir büyük beyaz köpekbalığının halka sergilendiği, her yaştan kadın ve erkeğin hayretle, bu yenik kocaman kadavraya baktığı şahane bir fotoğraf bile var. Bina daha sonra milli maçlara ev sahipliği yapan bir futbol stadyumu olarak kullanıma giriyor. Yani bu mekan, çok evvelden beri heyecanlı bir kamusal alan olarak zaten kullanılıyormuş. Üstelik, 21. yüzyılın şehir planlamacılarının ve müteahhitlerin 'TATE modern hissiyatı' diye ağızlarının suyu akarak hayal ettikleri türde, dönüştürülmüş bir kamusal mekan. 2013 yılında bu binayı alış-veriş merkezi olarak tekrar inşaa etmek tam da bu müteahhit vizyonunun ürünü. 2013 planıyla, Prost planının aynı taklitçiliğin ürünleri olduğunu söyleyebiliriz. Tek fark 1930’ların, modernliği taklit etme arzusuyla, 2000’lere özgü neoliberal özentiliklerin yer değiştirmiş olması.
Gezi eylemleri, zaten uzun zamandır tartışılan bir kamusal alanın üzerinde patlak verdi. Geleneksel olarak ordu desteğiyle iktidar üzerinde tekel oluşturmuş olan laik kesim, onların yerine geçen muhafazakarlarla çatıştı. Eylemler sırasında, her iki tarafta esas ezilenlerin kendileri olduğuna samimiyetle inandılar. “Bizim sevdiğimiz anıtlar yıkılıyor, bizim varlığımız tehlikede” diye birbirlerine haykırdılar. Fakat bu sembolik arbedelerin, her iki tarafı da, azınlık gruplara uygulanan şiddetin, nesillerdir bütün iktidarlar tarafından istikrarlı bir şekilde sürdürüldüğünü unuttular.
Eylem sırasında aniden baş gösteren milli marş okuma, birilerinin askerleri olduğunu haykırma gibi durumlara hepimiz şahit olduk. Bu ani milliyetçilik gösterileri, homofobik ve cinsiyetçi sloganlar parkın ortasına birer meteor gibi düştüler ve dahil olmak istemeyenleri kaçmaya zorladılar. Eylemlerin başladığı sıra BDP ve hükümet barış sürecindeydiler. Selahattin Demirtaş'ın böyle bir dönemde eylemlere destek vermek konusunda tereddüt etmesi ve meydandaki milliyetçi gruplar hakkındaki tedirginlikleri, kent soylu solcu kesimler tarafından 'ihanet' olarak yorumlandı. Demirtaş'ın, 30 yıldır süren bir savaşı sonlandırmaya, İstanbulun kent planından daha büyük öncelik vermesini hazmedemeyenler, HDP nin gizli gizli hükümetle anlaştığına dair dedikoduları her seçimde tekrar ısıtıp Demirtaş hapiste olmasına rağmen kamuoyunun önüne koydular.
Geziyi tamamen milliyetçilik üzerine kurulu, ırkçı bir eylem olarak tasvir etmek, elbet büyük bir haksızlık olur. Bütün bir yaz boyunca Gezi ve diğer parklardaki toplaşmalar, herkesin içini açan karşılaşmalara ve müşterek çalışmalara vesile oldu. Fakat bu tarihi olayı hatırlarken, “orantısız zeka” anektodlarının dışında da bir takım gerçeklikler olduğunu unutmamak gerekiyor. Gezi, sembolik baskıların ön plana çıkartan bir eylemdi. Salt semboller üzerinden yaratılmış mağduriyet söylemlerinin, sistematik şiddet ve baskıyı örtbas etme tehlikesi oldukça yüksek.
Fakat sembollerin önemini yadsımak da hata olur. Gezi’nin en heyecanlı tarafı, parkın verimli kargaşasında beklenmedik bir şekilde yeşeren sembollerdi. Ne yazık ki, bu sembollerin çoğu henüz fidanken ezildiler. Bu fidanlardan bir tanesi, 1919-1922 arasında mezarlıkta bulunan Ermeni soykırımı anıtını tekrar inşa etme fikriydi. Bu anıtın varlığı bugün inanılmaz gelse de, Teotig’in kaleme aldığı 11 Nisan Anıtı adlı eserde bahsi geçiyor, hatta resmi bile mevcut. Gezi eylemleri sırasında Irkçılığa Dur De inisiyatifi, bu anıtı hatırlamak için geçici bir anıt kurmak istedi, fakat diğer eylemciler tarafından çevrilip kovuldular.
Sembollerin gücü yadsınamaz, kamusal ilgiyi şiddete doğrultabilir veya şiddetten uzaklaştırabilirler. Bu özellik dil, mimari ve moda gibi sıradan gözüken şeyleri siyasi mücadelelerin kritik odak noktası haline getirebilir. Semboller mücadelelerin kendilerini ifade edebilmeleri için o kadar önemli olabiliyorlar ki; zaman zaman imgelerin temsil ettikleri gerçekleri arka plana ittiklerine şahit oluyoruz. Küresel kültür savaşları kaçınılmaz ve zorunlu bir gerçeklik olabilir, fakat mücadele vermek için sahaya atlamadan önce, hepimizin oturup ne için mücadele verdiğimizi de uzun uzun gözden geçirmemiz gerekiyor.