Sömürgecilerden Milliyetçilere: Palmira ve Suriye’de Arkeolojinin Siyasal Tarihi

1483607646701.jpg

 




Suriye iktidarının güneşi battı tüm kudretiyle,

Tahripkar bir afet yağdı Özgürlük ağacının üzerine,

Zafer, iç çekerek gururlu Palmira’ya veda etti

Ve mabetlerinin üzerinden uçtu Yıkım’ın melekleri.

‘Palmira’, Nicholas Michell (1807 -1880)



Batının tahayyülündeki hâliyle ‘Palmira’ (Tadmor), 2014 yılında ‘IŞID’ (Daeş) tarafından yıkılmadı. Palmira ve aslında Avrupa ülkeleri dışında kalan tüm arkeolojik kalıntılar, sömürgeci kâşif/turist/akademisyenler için her zaman terk edilmişliği ve çöküntüyü simgeleyegelmiştir -‘keşifleri’ sırasında bu harabelerin birçoğunda oturan insanlar olmasına rağmen-. Palmira’daki abidelerin Daeş tarafından yeniden yıkılması uluslararası infiale ve sosyal medya çılgınlığına sebep oldu; darmadağın yapı yığını görüntüleri birdenbire bir internet fenomenine dönüştü; bu da, harabelere ilgisi genellikle sıkıcı ve çağımızla alakasız kabul edilen arkeologlar için bir sürpriz oldu. Üstelik, ‘dünya mirası’nın yıkılmasına karşı kendiliğinden gelişen bu kaygı, Avrupa’nın yeni-sömürgeci çıkarları ve Suriye devletinin gündemiyle –bu ikisi birbirlerinin aynası durumundadır- bağlantılıydı.



                                           Sömürge Mirası

Suriye’nin arkeoloji tarihini, Avrupa’nın sömürgeci çıkarlarına değinmeksizin yazmak mümkün değildir. Arkeolojik kazılar 19. asırda yoğunlaştı ve 1923-46 manda döneminde doğrudan Fransız hükümeti tarafından finanse edildi (gerçi Fransızlar, Suriye Eski Eserler Dairesi’ni, ‘resmi’ müdahalelerinden daha önce, 1919’da kurmuştu). Son dönem Osmanlı valileri sultana, en yeni buluntularla heyecanlanan Avrupalı turistlerin arttırmakta olduğu talan ve yasadışı eski eser kaçakçılığından şikâyet etmişti. Çeşitli sömürge güçlerinden (Alman-Fransız-Britanyalı) arkeologlar, bu bölgeleri kendi ülkelerinin himayesine yazdırmak için yarışırken, kâşifler de haritası çıkarılmamış egzotik Levant topraklarını diğerlerinden önce bulup kayda geçirmek için rekabet halindeydiler. Mallowan (B.K.) tarafından kazılan Chagar Bazar ve Tel Brak, Parrot (Fransa) tarafından kazılan Mari, Schaeffer (Fransa) tarafından kazılan Ugarit ve Oppenheimer (Almanya) tarafından kazılan Tel Halaf'ın hepsi tarihi kazı alanlarıdır ve ‘Avrupa medeniyetinin kökeni’ olan antik Şarktan gelen objelerle arkeologların ülkelerindeki ulusal müzeleri canlandırmıştır.

Palmira’nın tarihi, işte bu (Elena Corbett tarafından bulunan bir terim olan) ‘rekabetçi arkeoloji’-competitive archeology- bağlamında ele alınmalı. Palmira, 17. yüzyıldan itibaren önce İtalyan, sonra Fransız, İsveçli ve Alman kâşifler tarafından belgelendi ve 20nci yüzyılda ilk olarak Almanlar, sonra Çekler ve manda döneminde Fransız, İsviçreli ve Polonyalı arkeologlar tarafından Suriye Eski Eserler Müdürlüğü ortaklığında kazıldı. Palmira gibi büyük ve önemli bölgelerde, müdürlükle işbirliği yapmak üzere rekabet etmek, yabancı arkeologlar için büyük bir meseledir. Metropolitan Sanat Müzesi’nde, Palmira üzerine son günlerde yapılan bir sempozyumdaki ilk resmi konuşmanın başlığı ‘Palmira’da Otuz Senelik Suriye-Alman/Avusturya Arkeoloji Araştırmasından Sonra’ idi.

Suriye arkeolojisinde ‘rekabetçilik’ fikri, koruma söylemi kapsamında, (tesadüfen Suriye’de olan) ‘dünya mirasını’ kurtarma ‘yarışını’ tanımlayan makalelerle öne çıkartılıyor.  Gerçekten de bu alanların geri dönülmez şekilde tahrip edilmesini acil olarak engellemek gerekiyor, fakat insanlar savaşı durdurmak için neden ‘yarışmıyor’? Bu retorik, geç 19. erken 20. yüzyılda kullanılana benziyor; Fransız, İngiliz ve Almanlar en prestijli bölgeleri kazıp en dikkate değer eserleri keşfetmek için birbirleriyle yarışırken ve bu sırada hızlı kazıların düşük kalitesinden dolayı birçok arkeolojik alanı tahrip ederken kullanılan retorik de aynı bunun gibiydi.  

Faydacılık yıkıcıdır, ‘Suriye mirasını kurtarmak’ istediğini iddia edenler tarafından kullanılsa bile. Daeş tarafından tahrip edilen eserlerin ve mimari yapıların 3-boyutlu modellemesini yapan dijital teknolojiler son yıllarda çoğaldı. Bu yılın nisan ayında Trafalgar Meydanı’nda yeniden inşa edilen ‘Zafer Takı’ buna tipik bir örnek. Restorasyon projesinin aceleye geldiği aşikârdı: 3-boyutlu model, pikselli bir çevrimiçi fotoğraf temel alınarak oluşturulmuştu. Bu, malzemeye muhtaç olan tasarımcıların Suriye’deki dramı kendine mâl ederek berbat uydurmalar ürettiği tek örnek değil: mesela bu ampullü palmiye ağacı yalnız ‘Palmira Lambası’ olarak satılmakla kalmıyor, ayrıca oryantalist bir söylemi de içeriyor: ‘ “Kumların Venediki” Palmira, IŞID’ın yıkıcı ellerinde bile bir şekilde yaşamaya devam ediyor.’ Böylece Palmira, ampullü bir palmiye ağacında yaşamaya devam ediyor –bu, tarihin, Daeş’in hayal edebileceğinden çok daha kötü bir şekilde, sembolik olarak yıkılmasıdır-. Bu yalnızca tek bir örnek. Zafer Takı’nın neon pleksiglas karolarla (evet, neon pleksiglas karolar) yeniden inşası projesi için 130,000$ toplandı.  

Bu söylem ayrıca, Suriyeli profesyonel arkeologları özerklikten mahrum ediyor: batı, savaşın bitmesini ve Suriyeli restoratörlerin böylesine vakit alan bir restorasyon projesine başlamasını bekleyemiyor. Britanya’da, 3D model çıkarmak için şu anda fonumuz var, önce bunu yapsak iyi olur. ‘İlk’ olma arzusu ve zamanla mekanın sınırlarını aşarak, Suriye’nin kendi mirasını restore etmek için duyduğu ihtiyacına el koyma isteği, ürkütücü bir şekilde, Filistin’deki Kubbet-üs Sahra’nın, manda döneminde yapılan restorasyon projesini andırıyor. Binbaşı David Hogarth, kaliteli çinilerin yalnız Avrupa’da üretilebileceğine inanıyordu, çünkü ona göre ‘Doğu, daha önce yaptığı şeyleri yeniden yapmakta oldukça aciz’ idi. Sonuçta, İngilizler kaliteli bir projeyi finanse etmenin aslında ne kadar büyük bir sermaye gerektireceğini farkettiklerinde bundan vazgeçtiler ve projeyi, paranın toplanması dâhil her şeyiyle yerel Yüksek İslam Şurası devraldı.

Yakın Doğu’nun ‘görkemli geçmişine’ kıyasla, orada şu anda yaşayan kültürleri küçümsemek, 19.-20. yüzyıllarda olduğu kadar bugün de var olan bir durum. Arkeologların, Suriye’deki harabeleri doğudan batıya geçen (dolayısıyla artık doğuda olmayan) bir medeniyet meşalesi olarak açıkça tanımlamasına rağmen, bugün yalnızca temelde bir sezgi var: (İslam bölgelerindense) Palmira’nın kurtarılması gerektiği.  Anıtların tersine, insanları tamamen görmezden gelmek de (Bazı Britanyalı siyasetçilerin istediği gibi ‘Palmira’yı yeniden inşa etmek’ için milyonlar harcayıp, mültecileri ağırlamamak neden?) sömürgeci köklere dayanıyor. Aşağıdaki fotoğraf, erken 20. yüzyılın geleneksel kerpiç evleriyle Roma tarzı kolonların mimari olarak hoş bir biçimde birbirine karışmasını gösteriyor. Bu yapı, Baal Tapınağı’nı kazmak için köyün taşınmasını emreden, manda dönemi Fransız arkeoloğu Henri Seyrig’in talimatıyla imha edilmişti (1922’den beri yayınlanmakta olan Fransız Dergisi Syria’nın son sayısı tamamen Seyrig’in kariyeri ve kişiliğine tahsis edilmiştir.)

1475314001300.png

Medyada ve popüler tarih kitaplarında anlatıldığının aksine, Palmira aslında Antik Çağ'dan Avrupa tarafından ‘keşfine’ kadar gölgede kalmış değildir, sonradan gelen Hıristiyan ve de Müslüman topluluklar tarafından tekrar kullanılmış ve mesken tutulmuştur. Antik tapınaklar Bizans kiliselerine ve sonradan camilere dönüştürülmüştü; Baal Tapınağı’nın bir mihrabı vardı. Eski ‘Roma’ kalıntılarının (tapınak, bir Yakın Doğu tanrısına adanmıştı) yıkılmasına gözyaşı dökülürken, eşzamanlı olarak sürmekte olan Suriye İslam tarihinin yıkılmasını akıllarına bile getirmiyor.

                                                         



Suriye Devleti

Sömürgecilerin Yakın Doğu arkeolojisi sevdası, bölgenin kendi miras politikalarında da iz bıraktı -  arkeolojiye özgün katılımı zor düşürdü. Arkeolojik miras, yozlaşmış bir devletin objektifinden sunularak, resmi bürokrasiye sarmalanıp seçilmiş bir azınlık tarafından millileştirildiğinde, ulus devletin bilfiil sembolü haline gelir. Ulus devletin otoritesi saldırıya uğradığındaysa, oradaki millileştirilmiş arkeoloji de buna maruz kalır –kalıntılar artık sadece kalıntı değil, devlet iktidarının amblemleridir. Gazete makaleleri, Suriye’deki arkeolojinin yok edilmesi karşısında hissedilen şoku dile getiriyor ve bunu put kırıcılık ve barbarlık söylemi çerçevesine oturtuyor. Aslına bakılırsa, Daeş’in bu alanları yok etmesinin parasal çıkarlara ve propagandaya ek olarak çağdaş siyasi nedenleri de var: kadim paganlar umurlarında değil; yapmak istedikleri yalnızca devletin iktidar bölgelerine şiddet uygulamak. Ören yerleri de bu bölgeler arasında ve bu durum giderek artıyor.

Suriye’nin en bayağı nesnelerinde teşhir edilen Palmira

Suriye’nin en bayağı nesnelerinde teşhir edilen Palmira

 

Geçmiş, devlet markası olarak somutlaştırıldı ve bu şekilde, milli para veya okul kitaplarına Palmira tasvirleri konması gibi yöntemlerle arkeoloji kurumsallaştırıldı. Her ne kadar Palmiralılar yazarken ve muhtemelen de konuşurken Aramice kullanıyorsa da, Suriye rejiminin tarihçileri tarafından sıklıkla ‘Arap’ olarak nitelendiriliyorlar. Böylece, aslen ideolojiden muaf olan antik harabeler, Esad rejiminin kurumsal olarak onaylanmış seküler Suriyeli-Arap milliyetçiliğini yüklenmiş oluyor. Bu ideoloji, muhalif anaakım Suriyeli kimlikleri baskılamak üzere özel olarak tasarlanmıştır. Arkeolojik kalıntılara duyulan nefret ve onları yok etme arzusu, bir miktar da, Fransız arkeologlara yer açmak için zorla ikametgâhlarından çıkarılan, dolayısıyla rejimin, hayatlarını hiçe sayan sömürgeci umursamazlığın bir uzantısı olarak gördükleri arkeoloji söylemini hiçbir zaman benimseyememiş, haklarından mahrum edilen Suriyeliler’in hüsranından kaynaklanıyor. Arap isyanlarının arifesinde yazılan ve yeteri kadar dikkate alınmayan yazısında, Laurence Gillot, devlet daireleriyle bağlantılı kazı yapan yabancıların arkeoloji uygulamalarının, Suriye’deki yerel topluluklar üzerindeki gerçek sosyal etkisine göz atıyor:

Bir yandan, bu gruplar [kurumsal araştırmacıların aksine, Suriyeli özel kültür ve turist toplulukları] hâlâ paydaş değil de işgalci sayılıyor ve faaliyetleri, hâlâ arkeolojik mirasın korunmasına bir tehdit olarak görülüyor. Öte yandan, bu miras hakkındaki alternatif görüşler (resmi ve arkeolojik olanın dışındakiler) pek kabul ve tahammül görmüyor.

Bu nedenle, arkeoloji Suriye toplumu tarafından aynı zamanda Avrupalı ve batılı ülkelerin kullandığı bir kültür emperyalizmi aleti ve ayrıca, Suriye rejiminin, resmi bir milli hafıza ve kimlik empoze etmesine hizmet eden bir araç olarak görülüyor. Bu olumsuz algı, ulusal mirası tanımayı reddetme, arkeolojik sit alanlarını yağmalama veya bunların korunmasına karşı ilgisizlik gibi çeşitli davranışlar vasıtasıyla ortaya konuyor.

http://www.archaeologybulletin.org/articles/10.5334/bha.20102/ sitesinden alınmıştır



               

Boş teatrallik; arkeolojinin şeytanlıştırılmasına zemin hazırlayan rejim ideolojisi

Suriye’deki büyük çaplı arkeolojik kazıların son 200 yılında, Suriye hükümetinin gözetiminde çalışan, ve batılı devletler arasında miras gibi devredilen Fransız, Britanyalı ve daha yakın tarihlerde de Amerikalı arkeologlar başı çekiyordu. Bunların ezici çoğunluğu da bölgenin İslam-öncesi geçmişiyle ilgileniyordu.

Buradan temel bir ders çıkarabiliriz: arkeolojik alanları baskıcı bir rejimle ve kurumlarla ilişkilendirmek, insanların tarihi yerlerden nefret etmelerine sebep olur. Ne Suriye ne de Rus hükümeti artık tarihsel bilgiyi Daeş’ten fazla önemsemiyor (aslına bakılırsa, ikisi de kayıtlara geçirilmemiş ve göz önünde olmayan birçok yıkımdan sorumlu), ama Avrupalı ve Amerikalı haber ajansları, siyasetçiler ve hattâ ‘geçmişe sahip çıkan’ arkeologlar, onların ‘muhafaza’ arzularına kucak açıyor. Yine de Palmira’yı tekrardan ele geçirmek ve burayı Suriye devleti aygıtıyla tekrardan aşılamakla, tarih yalnızca kendini tekrar ediyor. Rusya’nın 5 Mayıs 2016’da düzenlediği konser saçmalığını, Suriye Ulusal Senfoni Orkestrası, Ulusal Arap Müziği Topluluğu, Mari Orkestrası ve el-Farah Korosu'nun temsilleri takip etti -hepsi de devlet tarafından finanse edilmişti.   

İran'ın en simgesel kalıntılarının üzerinde 2,500 senelik İran krallığını kutlayan Persepolis festivali gibi, Palmira konseri de antik bir ören yerini batı usulü müziği, sekülarizmi, Baas milliyetçiliğini ve neticede, 'medeniyetin' 'barbarlığa' galip gelişini yüceltmek için kullandı. Persepolis festivalinden iki sene sonra, ulemaların ihtilâli şahı devirdi, üniversitelerde arkeoloji yasaklandı ve bu bölge talan edildi. Palmira konserindeki demeçler zafer ilan etmiş olabilir; ama Suriye rejiminin, UNESCO katılımcıları tarafından desteklenen 'medeniyet' tarifinin teatral bir şekilde sergilenmesi, nihayetinde bunun, hakkından mahrum edilen 'barbarların' elinde son bulacağı anlamına geliyor yalnızca. Michel-Rolph Trouillot, bu ikiyüzlülüğü şu sözleriyle güzelce açıklıyor: "Kutlamalar tarihselliğin iki tarafına da oynar. Görmezden geldikleri olayları susturur ve bu sessizliği, kutladıkları olay hakkındaki iktidar anlatılarıyla doldurur."

1475314798195.png

Törenin kapanış konuşması, İngilizceye tercüme edildi ve rejimin, şehirlerin iktidar yapısına hayali bir şekilde tâbi kılındığı Suriye coğrafyası anlayışı hakkında bir fikir veriyor:

Tüm kasaba ve şehirlerin ülkemi yıldızlara bağlayan bir yolda yürüdüğünü görebiliyorum.

Halep [kalabalıktan gürültülü bir tezahürat duyuluyor] dokuma tezgâhında kuzeyin pamuğunu dokuyor...

Suriye sahili Palmira'ya su getiriyor

Humus, ülkemiz için bir şal yapmak üzere Dera'nın güllerini topluyor

Hama, Şam'ın susuzluğunu gidermek ve Süveyde'nin üzüm bağlarını sulamak için su çarklarını sunuyor

Yeşil İdlib'in, Kuneytire'nin üzerinde dalgalanan bayrak hakkında anlatacağı bin hikâyesi var

Suriye'min zafer tacını taktığını görebiliyorum.


Bu konuşma klasik müzik konserinin, Suriye devleti politikasından ayrılamayacağı ve Palmira'yı yeniden ele geçirerek Halep yolunda ilerledikleri malum gerçeğini vurguluyor.

Lisa Wedeen 'Tahakkümün Belirsizliği' (The Ambiguities of Domination) adlı kitabında, Hafız Esad'ın rejimine biat edilmesini inceleyerek, itaat ve güce razı gelme davranışlarının çoğunun tabiatı gereği ayinsel olduğu ve davranışı yapanın hakiki siyasi görüşlerini yansıtmadığı sonucunu çıkarır. Devlet tarafından teşvik edilen ideolojiye mi inandıklarını yoksa bir miktar şüphe mi duyduklarını görmek amacıyla, bu konsere katılan müzisyenlerden bazılarına Facebook üzerinden mesaj attım. Son derece garip olan, her şeyin onlara ne kadar normal göründüğü idi; bir kemancının Facebook'taki kapak fotoğrafı, konserin resmiydi. Konuşulacak ilginç bir şey yok gibiydi; ‘müziğin sesi hayattır’; 'burada çalmak benim hayalimdi, hem de İŞİD in yaptıklarından sonra'; 'Misyonumuz, tutkumuz olan müziğimizle Palmira'ya yeniden hayat vermekti' deyip durdular; bu da biraz canımı sıktı, fakat oturup da birinin 'tutkusu' hakkında anlattıklarını dinlemek zorundayken olduğundan daha fazla değil. Ama sonra esas bomba geldi (hele o lanet olası emoji yok mu):  

- ... başka konser olacak mı? bu çok başarılı ve geniş katılımlı olmuş (videoda izledim)- OlacakBir sonraki sefer Halep kalesinde yapmayı hayal ediyoruz :)

- ... başka konser olacak mı? bu çok başarılı ve geniş katılımlı olmuş (videoda izledim)

- Olacak

Bir sonraki sefer Halep kalesinde yapmayı hayal ediyoruz :)

Halep aklımıza geldiğinde (‘ halepin ne olduğu hakkında bir fikrimiz varsa #whatisaleppo), 'ah, orada bir klasik müzik konseri olsa ne iyi olur!' diye düşünmediğimizi söylemek yerinde olur. Asgari vicdana sahip olanlarımızın çoğunun aklına evlerini işgalci hava kuvvetlerinin bombardımanından korumak için lastikleri ateşe veren sıradan şehir halkı gelir. Düşman toprağında yaşayagelen sivilleri insan gibi görmemek, savaşta olan bir ülke için doğal sanırım; zafer şarkılarını iple çekmek de. Ama işte. 21inci yüzyıldayız. Eğer Google'da Halep'i ararsanız, Şam'da bile olsanız, sağlam bir hisar resmi bulamazsınız (eğer öncesi/sonrası fotoğrafı değilse).

Suriye rejimi batılı arkeologların yaptığının aynısını, kendi ülkesinin sınırları içinde yapıyor. Prestij ve ulusal birlik sembolü ve bir performans alanı olan arkeoloji, insan hayatından daha önde tutuluyor. Ve bu durum, göz kamaştıracak kadar gayri-insani bir rejim için doğal görülebilecek olsa bile, endişe verici olan şey, bunun Avrupa ve Amerika'nın kültürel miras kavramlarına ne kadar iyi uyduğudur. Suriye rejiminin yaptığı tüm korkunç şeyleri listelemek ne kadar önemli olsa da, bu rejimin özgür ve medeni olma iddiasındaki ülkelerden nasıl da çok şey öğrendiğini kabul etmek yolunda yapılacak çok ciddi işler var.







Maira Manzali